Arap Birliği: Niyetler ve Ameller

Birliğin Kuruluşu

1.Dünya Savaşı, tüm dünyada olduğu gibi Orta Doğu’da da dengelerin  değişmesine sebep olmuştur. Osmanlı hakimiyeti, Batılı devletlerin bölgede yapmış olduğu milliyetçi propagandalar ile iyice zayıflamıştır. Savaş İttifak Devletlerinin yenilgisi ile sona erdiğinde Şerif Hüseyin’e, bölgede bağımsız bir Arap devleti kurulacağı yönünde verilen sözler tutulmamış,  Araplar İngiliz ve Fransız manda yönetimlerine tabi olmak zorunda kalmıştır. Bu  durum derin bir hayal kırıklığı ve öfkeye sebep olsa da bölgede kurulan  devletler ve manda yönetimlerinin gücü sebebiyle Araplar hiçbir şey  yapamamış, ortaya attıkları birleşme fikirleri de başarısız olmuştur [1].

Bu projeler:  

  • Şerif Hüseyin’in oğlu Kral Faysal’ın Irak ve Suriye’nin birleşmesi projesi  
  • Faysal’ın kardeşi, Ürdün Emiri Abdullah’ın Büyük Suriye adıyla  Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün Devletlerinin birleşmesi projesi. Kral Abdullah bu projeyi 1951  yılında vefat edinceye kadar Ürdün Devleti’nin dış politikası olarak  gündemde tutmuştur.  
  • Irak’ta Nuri Sait Paşa’nın 1942 yılındaki Verimli Hilal projesi. İki aşamalı bu  projenin ilk aşamasında Lübnan, Suriye, Ürdün ve Filistin devletlerinin  birleşmesini, ikinci aşamasında da bu birliğe Irak’ın katılmasını  öngörmüştür.  

Şerif Hüseyin’i Arabistan’dan tasfiye eden Suud ailesi bu projelere karşı  çıkmıştır. Suudi Arabistan ile Irak’ın 1936’da imzaladıkları anlaşma, Suud  ailesine yönelik tepkilerin ortadan kalkması ve Arapların birlikte hareket  etmesi adına ilk ve önemli bir adım olmuştur [1].  

Mısır’ın bu dönemdeki siyaseti ise küçük egemen ulus devletlerinden oluşan statükoyu korumaya yönelikti. Arap coğrafyasının doğusunda büyük bir gücün doğması  Mısır açısından bir tehdit oluşturabilirdi. Bu nedenle Mısır’ın çıkarları  Haşimiler’in çıkarları ile çatışıyordu [1].  

Takip eden yıllarda meydana gelen 2.Dünya Savaşı, bölgedeki otoritelerin  tekrar sarsılmasına ve bazı Arap devletlerinin bağımsızlıklarına kavuşmalarıyla  neticelenmiştir. Bu devletler aralarında birlik konusunda görüşmeler yapmış ve 1944 yılında Mısır’ın İskenderiye şehrinde toplanan Irak, Suriye, Lübnan, Mısır  ve Ürdün Temsilcilerinin imzaladıkları İskenderiye Protokolü ile Arap Birliği’nin  temelleri atılmıştır.

İskenderiye Protokolü, imzacı devletlerin aralarındaki işbirliğini geliştirme,  Arap halklarının çıkarlarını koruma, egemenliklerini sağlamlaştırma ve bu  uğurda çalışma amacını kapsamaktaydı [2].  

Balfour Deklarasyonu ile Filistin’de kurulacak bir Yahudi Devleti’nin  meşrulaşması Araplar için temel sorun ve kurulacak birliğin temel gündemlerinden biri olmuştur. Bu hususta Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz, 1945  Şubatı’nda ABD Başkanı Roosevelt’ten Filistin’de bir Yahudi Devleti  kurulmayacağı yönünde söz almış ancak 12 Nisan 1945 yılında Başkan’ın ölümüyle verilen bu söz Amerikan hükümetince unutulmuştur.  

Roosevelt ve Kral Abdülaziz arasında gerçekleştirilen görüşmeden sonra  Suudi Arabistan, Suriye, Mısır, Irak, Lübnan, Ürdün, Kuzey Yemen ve Filistinli  Arapların temsilcileri Kahire’de bir araya gelmişlerdi. Söz konusu devletler  burada Arap Birliği’nin misakını hazırlayarak 22 Mart 1945’te Arap Birliği’ni  kurmuşlardı [3].  

Birlik’in temel amacı, Arap devletlerinin ekonomik, kültürel, siyasi ve askeri alanlarda ortak çalışmalar yapmasıdır. Bunun yanında üye devletler birbirlerinin  politik yapılarına karışmayacak ve aralarındaki ilişkileri geliştirmek için  çalışmalarda bulunacaktır.  

1948 yılında Filistin’de Yahudi Devleti’nin resmen kurulmuş olması, Arap  Birliği’nin İsrail ile savaşmak için ortak askeri güç oluşturması ve uluslararası  alanda seslerini duyurmalarına sebep olmuştur.  

Kısa bir süre sonra  yedi devletten müteşekkil Arap Birliği ordusu, yoğun ısrarı sebebiyle  Ürdün Kralı Abdullah’ın kumandasına bırakılarak savaş, Arap birliklerinin saldırısıyla başlamıştır. Yapılan savaşta Araplar, yönetimindeki samimiyetsizlik,  ordu içerisindeki üstünlük mücadeleleri ve  üst kademelerde yaşanan çıkar çatışmaları sebebiyle  Büyük Britanya’dan kalma modern askeri teçhizatlara sahip olan İsrail askeri karşısında büyük bir mağlubiyet yaşamıştır.  Savaş, 1949’da  Rodos Adasında yapılan anlaşma ile nihayete ermiştir.  

Mağlubiyet Birlik içerisinde çalkantılara sebep olmuş, 1950’de Ürdün’ün  Arapların elindeki Filistin topraklarını ele geçirmesi olayları farklı bir boyuta  taşımıştır.  

1955 yılında Arap Birliği içerisinde yoğun tartışmalara sebep olan Bağdat Paktı 24 Şubat 1955’de Irak’ın Türkiye ile bölgesel işbirliği antlaşmasıyla resmen imzalanmıştır.“Fikri temellerini Amerika’nın attığı ve İngiltere  tarafından hayata geçirilen Bağdat Paktı genel hatlarıyla Ortadoğu Arap  Devletleri ile Türkiye, İran ve Pakistan’ı içine alan bir Ortadoğu savunma planı  idi”[4]. Irak; Suriye, Mısır ve Suudi Arabistan’ın yoğun baskılarına rağmen imza  atması diğer Arap devletleriyle arasının açılmasına sebep olmuştur. Bu durum 1956’da Mısır’ın Süveyş Kanalını millileştirmesi ile meydana gelen krizde Irak’ın  Mısır’ı desteklemesiyle kendini göstermiştir. Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır, askeri bakımdan yenilgi  yaşasa da siyasi anlamda Arapların kahramanı olmuştur.  

1958’de Mısır ve Suriye’nin birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurması,  Nasır’ın Arap halkı üzerindeki tesirinin bir neticesi olmuş ancak bu birlik  1961’de Suriye ardından da Yemen’in  ayrılması ile dağıldı.  

1964’de Arap Birliği’nin belki de Filistin davası için gerçekleştirmiş olduğu en  stratejik adım olan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Kahire’de kuruldu. 1967 yılına  gelindiğinde gittikçe gelişen İsrail, 5 Haziran’da Mısır’a saldırarak Altı Gün Savaşını başlatmış, savaşın sonuna gelindiğinde Ürdün’ün elindeki Batı Şeria  ve Doğu Kudüs’ü, Suriye’ye ait Golan Tepeleri’ni ve Mısır’ın Gazze Bölgesi ve  Sina yarımadasını işgal ederek önemli bir zafer elde etmiştir [4]. Savaş  sonrasında Arap Birliği’nde yapılan toplantılara katılım konusunda sorun yaşanmıştır.  

İsrail askerleri Mescid-i Aksa’ya giriyor,  7 Haziran 1967.

Bitmeyen Bir Savaş: 1967 Savaşı (Altı Gün) 

1956’daki Süveyş Krizi Cemal Abdunnasır’ı Arap halkları nezdinde kahraman yapmış, ABD-Sovyetler Birliği baskısıyla Sina’dan çekilmek zorunda kalan İsrail etrafını çeviren Arap devletlerinden gelebilecek olası bir saldırıya karşı Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin sınıra yerleştirilmesiyle topraklarını bir süreliğine güvende tutmuştur. Her an gelebilecek bir saldırıya karşı daha o yıllarda askeri tatbikatlara ve pilot eğitimlerine başlamış. Fransa’dan alınan savaş uçakları ve Iraklı bir pilotun İsrail hava sahasına indirdiği MİG-21 tipi savaş uçağı ile Suriye’ye ait uçakların zayıf yönleri hakkında bilgi sahibi olmuştur . Bunların yanında bölgedeki aktif istihbarat ağı sayesinde Mısır başta olmak üzere çevredeki tüm hava sahalarının bilgilerini ele geçirmiştir. Necef çölünde defalarca tatbikat yapan İsrail pilotları sıkı bir eğitimden geçmiştir. On yıldır hiçbir askeri tatbikat yapmayan Mısır pilotlarına gelince, yetersiz ve eski teknoloji ile eğitilmiş ve herhangi bir saldırı karşısında hazırlıksızdılar. 

Ürdün ve diğer Arap ülkelerindeki Nasır sevgisi yönetimlerin olası bir saldırıda Mısır’ı destekleyeceğini gösteriyordu, nitekim, Ürdün Kralı Hüseyin bin Talal da olası bir darbe korkusuyla İsrail’e savaş açmıştır. Haritaya bakıldığında Batı Şeria’dan yapılacak başarılı bir saldırı sonucunda Filistin topraklarında devlet kurmuş olan İsrail’i ikiye bölünebilirdi.

Medyadaki her an bir saldırı olabileceği Suriye’nin ya da Mısır’ın her an İsrail’i haritadan silebileceği haberleri soykırım iddialarıyla birleşinde ortam iyice kızışmış ve nihayet 7 Nisan 1967’de Suriye ile İsrail uçakları arasındaki “it dalaşı” bir hava savaşına dönüşmüş ve Suriye’ye ait altı adet MIG-21 imha edilmiştir. Mısır-Suriye savunma antlaşması sebebiyle Mısır olağanüstü hal ilan etti. 14 Mayıs 1967’de Cemal Abdunnasır Mısır kara birliklerini Sina yarımadasına girme emri verdi. 1960’larda ordusunun üçte bir Yemen’de olan Mısır, Sina’ya giren bu ordu ile bir savaş başlayacağını düşünmüyordu. 22 Mayıs’da Tiran Boğazı’nın İsrail gemilerine kapatılması İsrail için savaşı tetikleyen unsur olmuş ve uzun yıllardır hazırlık yapılan Odak Operasyonunun düğmesine basılmıştır. 

5 Haziran 1967 sabahı kimsenin beklemediği anda İsrail hava kuvvetleri 200 savaş uçağı ile Mısır hava sahalarına girmiş, dört saatlik bombardımanın ardından 300 küsür Mısır savaş uçağı telef olmuştur. Kuzeyden Sina’ya giren İsrail kara birlikleri karşısında Mısır birlikleri Mareşal Amir’in emriyle çekilmiş ve savaşın ikinci gününde Mısır saf dışı kalmıştır. Mısır hava sahalarına yapılan baskının ardından savaşa dahil olan Suriye, Irak ve Ürdün hava saldırısı yaparak İsrail’e saldırdıysa  da etkisiz bu saldırılar sonucunda açılan yeni cepheler, İsrail uçaklarının bu üç ülkenin hava kuvvetlerini tamamen ya da yarısını imhası ile sonuçlanmıştır. 7 Haziran’da İsrail, Batı Şeria’da Kudüs’ü almayı başarmış, Suriye üzerine Golan Tepelerinde yaptığı saldırılarla 10 Haziran 1967’de yani savaşın başlamasından altı gün sonra büyük bir galibiyet elde etmiştir. Hem Filistin’i kurtarmayı hem de İsrail devletini yok etmeyi planlayan Arap devletleri, maddi manevi büyük bir hezimet yaşamış, etkilerinin günümüze kadar devam ettiren bu yenilgi bölgede yeni dengelerin kurulmasını sağlamıştır. Yenilginin nedenlerine bakıldığında İsrail’in Batı’dan aldığı destek ve Arap ülkelerinin askeri bakımdan  eğitimsiz oluşu gösterilebilir. Neredeyse on yıldır tatbikat dahi yapmamış Mısır hava kuvvetleri, gelişmiş istihbarat kaynağı ile yıllarca bu operasyona hazırlanan İsrail birlikleri karşısında hiçbir şey yapamamıştır.  

Bu hezimetten sonra Filistin halkı kendi kurtuluşları için Arap Birliği’ne  duydukları güven sarsılmış, İsrail’in günbegün artan işgalinin yanında Ürdün ile  başlayan çatışmalarda iyice güçsüz kalmıştır. 1971’de Ürdün karşısında büyük  bir yenilgiye uğrayan FKÖ, üssünü Ürdün’den Lübnan’a taşımak zorunda  kalmıştır. 

Arapların Filistin meselesindeki hassasiyetini gösteren en büyük olay 1979’da  Mısır’ın İsrail ile olan savaş halini sonlandıran Camp David Antlaşması sonrasında Mısır’ın Arap Birliği’nden çıkartılmasıdır.  

Mısır’dan boşalan hakimiyet sahasına Irak’ın talip olması, 1979 yılında yapılan devrim ile İran’ın bölge devletleri için tehdit haline gelmesine karşılık bölgede koruyucu unsur olarak savaşmasını gerektirmiştir. İran-Irak Savaşı’nda  Saddam’ı destekleyen Arap Birliği ve özellikle de Mısır, Körfez Savaşı’nda onu yalnız bırakmış, Irak’ın işgal ettiği toprakları tek taraflı olarak terk etmesiyle  savaş sona ermiştir. Bu savaş sonrası Arap Birliği derin bir parçalanma sürecine  girmiştir.

ABD’nin Irak’a Müdahalesi, 1992 yılında Arap Birliği’nin aslında hedeflerinden uzak bir organizasyon olduğunu göstermiştir. Mart ayında yapılan Arap Birliği zirvesinde Libya Lideri Muammer Kaddafi ile Suud Veliaht Prensi Abdullah’ın tartışması oturumun sonlanmasına sebep olmuştur. 

1990 sonrası dönemde Arap Ligi Zirvesi birer restleşme meydanı haline gelmiş ve üye devletler arasında ciddi ayrışmalar meydana gelmiştir. Örneğin 2004 Mayıs ayında yapılan zirveye yalnızca 14 ülkenin devlet başkanı katılmıştır.

Birliğin kendi içerisinde aldığı kararların sorgulanması konusunda bir denetleyici mekanizmadan yoksun olması alınan birçok kararda kuruluş amacına muhalif kararların alınmasına sebep olmuştur.

Hali hazırda Arap Birliği’nde Irak (1945), Lübnan (1945), Ürdün (1945), Suriye (1945), Suudi Arabistan (1945),  Yemen (1945), Mısır (1945), Libya (1953), Sudan (1956), Fas (1958), Tunus (1958),  Kuveyt (1961), Cezayir (1962), Bahreyn (1971), Katar (1971), BAE (1971,)  Umman (1971),  Moritanya (1973), Somali (1974), Filistin (1976), Cibuti (1977) ve  Komor Adaları (1993)  olmak üzere 22 üye bulunmaktadır [5].

Türkiye – Arap Birliği İlişkileri

Ne Anadolu’dan bağımsız bir Arap, ne de Şam ve Yemen’den  bağımsız bir Türk düşünülebilir. Bu toprakların mayasında bulunan İslam medeniyeti, iki milleti aynı dava uğruna yüzyıllarca bir ve beraber tutmuştur. Son birkaç yüzyılda dünyaya hakim olan Avrupa medeniyeti, hüküm sürmek için yer altından çıkardığı madenlerle beraber yeni dünyaya zorba zihniyetini de taşımıştır.  İslami dünya düşüncesine taban tabana zıt olan ırkçı anlayış, Batı’nın hümanist fikirleriyle dünyaya yayılmış, İslam’dan yüz çevirmiş zihinlere de kolayca yer edinmiştir.

2 dünya savaşıyla gücünü ispatlayan Batı, bölgede kurulan devletlerde söz sahibi olmuş İslam akidesi ile tek vücut olan müslümanları muhtelif devletlerde çıkar mücadelelerine sürüklemiştir. Bu sebeple Türkiye-Arap Birliği ilişkilerine bakıldığında, Batı’dan bağımsız hiçbir oluşum ve ilişkilerde uzun süreli bir istikrardan söz edilememektedir [6]. Tarih boyunca ilişkileri etkilemiş/etkileyen temel  sorunlar şunlardır: 

  • Hatay Sorunu, 
  • İsrail ile ilişkiler, 
  • Bağdat Paktı, 
  • Su sorunu,  
  • Kıbrıs Barış Harekatı, 
  • PKK Terör Örgütü 
  • Mısır ve  Suriye’de yaşanan iç savaşlarda siyasi tutumlar olarak sıralanabilir.  

Türkiye, İsrail Devletini tanıyan, halkı müslüman olan ilk devlet ve Bağdat  Paktı üyesi olması hasebiyle Arap Birliği nezdinde Batı’nın  jandarması olarak görülmekteydi. 1946’da bağımsızlığını elde eden  Suriye, Hatay’ı topraklarından kopartılan bir parça olarak görmüş ve  her fırsatta bu konuyu Arap Birliği gündemine  getirmiştir.  

1955 yılında Irak’la beraber Türkiye’nin de Bağdat Paktını  imzalaması Mısır başta olmak üzere diğer Arap devletlerini tedirgin  etmiş, ilişkilerin olumsuz yönde seyretmesine vesile olmuştur.  

5 Haziran 1964’de ABD Başkanı Johnson’ın Türkiye’nin Kıbrıs’ta olası bir harekat karşısında Sovyet tehlikesine karşı yalnız kalacağını  bildiren mektup göndermesi ve Batı’nın bu tavrına Arap Birliği’nin de destek olması, Türkiye’yi güvenliği açısından yeni politikalar yapmaya  sevk etmiştir. Bunlardan ilki İsrail ile olan ilişkileri gözden geçirmek  olmuştur. 

Su sorunu, Fırat-Dicle sularının Suriye ve Irak tarafından  sahiplenilmesi ve sorunun Arap Birliği gündemine giderek Türkiye’den nehir üzerinde yapılan baraj faaliyetlerini durdurmasını istemesi  şeklinde vuku bulmuştur.  

Türkiye, 1980’den sonra ise benimsediği liberal ekonomi doğrultusunda Arap Birliği üyesi ülkeler ile olan münasebetlerine  ticari bir mahiyet kazandırmak istemiştir. Ancak Türkiye’nin bu arzusu, aynı dönemde baş gösteren PKK terörünün sınır komşuları  tarafından desteklenmesi ile zaafa uğramıştır [7].  

1996 yılında Türkiye’nin İsrail ile imzaladığı askeri anlaşma üzerine Arap Birliği Türkiye hakkındaki düşüncesini net bir şekilde dile getirerek ilişkilerin zayıflamasına sebep olmuştur. Bir diğer husus Türkiye-Irak ve Suriye arasında vuku bulan su sorunudur. Arap Birliği bu konuda Türkiye’yi Fırat ve Dicle Nehirleri konusunda Irak ve Suriye ile diyaloğa çağırmıştır. Ve bu durum da ilişkilerin olumsuz yönde seyretmesine sebep olmuştur. 

2004 yılında Türkiye ile Arap Birliği arasında imzalanan Mutabakat Muhtırası ilişkilerin gelişmesi açısından önemli bir adım olmuş ve bu adımı 2006 yılında Türk-Arap İşbirliği Fonu kurulması takip etmiştir. Bu İşbirliği Forumlarının her yıl düzenlenmesine karar verilmiş, 2012 yılına kadar iyi giden ilişkiler Arap Ayaklanmalarının başlaması ile farklı bir boyuta girmiştir. Suriye Meselesi ve 2013’te Mısır İç Savaşı, Arap Birliği’nin Türkiye’ye karşı üye devletlerin iç işlerine karıştığı şeklinde yorumlaması ilişkileri olumsuz etkilemiştir. 

2015 yılında Arap Birliği, Türkiye’yi Kuzey Irak’ta kendi toprak bütünlüğünü tehdit eden terörist unsurlara karşı gerçekleştirdiği hava operasyonları sebebiyle kınamıştır. Görüldüğü üzere 2004 yılından sonra olumlu yönde ilerleyen ilişkiler bölgesel sorunlar sebebiyle “Arap Ligi ve Türkiye’nin ilişkilerine genel bir tarihsel perspektiften bakıldığında ilişkilerin bir türlü kurumsal bir form yakalayamadığı ve daima bölgesel sorunların gölgesi altında şekillendiği söylenebilmektedir.”[7]

Sonuç

Orta Doğu geçmişten günümüze her zaman hakimiyet mücadelelerine tanık olmuş, şiddet ve yıkımın yanı sıra huzur ve refahın da en iyi şekilde yaşandığı yerlerden biri olmuştur. Dünya siyasetinin şekillendiği yer olmasını sadece maddi zenginliklerine değil semavi dinlerin doğduğu yer olmasına da borçludur. Tarihi süreçte imparatorluklara hem beşiklik hem mezar olmuş olan bu topraklar dünyanın hafızası hükmündedir. Son yüzyılda imparatorlukların yerlerini ulus-devletlere bırakması bir takım kaoslara yol açmış, Osmanlı devletinden boşalan hakimiyet sahası milyonlarca masum insanın mezarı olmuştur. Sömürgeci yönetimler, haritada topraklar üzerine çektiği çizgileri zihinlere de yerleştirmiş; aynı dili konuşan, ayni dine mensup yöneticiler birbirlerini tanıyamaz ve anlayamaz olmuşlardır. 

Arap Birliği, temelde bölge devletlerinin bağımsızlıkları, ilişkilerin geliştirilmesi, sorunlara ortak çözümler üretilmesi gibi hedefler üzerine inşa edilmiştir. Fakat kuruluşundan itibaren yaşanan olaylar ve tutumlar göz önüne alındığında aslında  kurulması beklenen birleşik bir devletin yerine oluşturulmuş birliktir. Arap halklarının, özellikle de Filistin halkının ümidini kestiği Arap Birliği zamanla üye devletlerin çıkarları için münferit kararlar aldığı, büyük çatışmalara ve ayrılımlara yol açan bir organizasyon haline gelmiştir. 

Türkiye-Arap Birliği ilişkilerini incelediğimizde ise bölge hükümetlerinin içten içe beslediği bir Osmanlı karşıtlığı Türkiye ile olan ilişkileri etkilemiştir. Gerek Türkiye’nin izlediği dış politika gerek de üye devletlerin tutumları ilişkileri kötü etkilemiştir. Bunun yanında aynı medeniyetin parçaları olan Türk ve Arap milleti olarak biliyoruz ki bu topraklar İslam ile yoğrulmuştur. Kavmimiz, dilimiz ya da ırkımız bir üstünlük belirtisi değil bir zenginliktir. Peygamber Efendimiz Veda Hutbesinde “Üstünlük ancak takvadadır.” buyurarak günümüzde de hâlâ süregelen mantıktan uzak birçok tartışmayı sonlandırmıştır. Bu araştırmada amacımız bir milleti geçmişiyle yargılamak değil, geçmişteki hataları öğrenip geleceğe daha aydınlık bakabilmektir. 

Onca savaş ve yıkımdan sonra bizlerin anlaması gereken tek doğru vardır ki,  İslam’dan ayrılıp yüzümüzü çevirdiğimiz her yön bize acı ve pişmanlık olarak geri dönmektedir. Yüzümüzü tekrar kıbleye çevirinceye dek zilletimiz son bulmayacaktır.


Kaynakça

[1] ŞENTÜRK, Doğan. “Ortadoğu’da Arap Birliği Rüyası Saddam’ın Baas’ı”,  Alfa Yayınları. 

[2] DÖNMEZ, Gökhan. “Arap Birliği: Siyasi ve Hukuki Niteliği”, D.E.Ü.  Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:17, Sayı:1, ss. 171-208, s. 197 .

[3] İHSANOĞLU, Ekmeleddin. “Arap Ligi”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt: 3,  İstanbul 1992, s.325 .

[4] AKYOL, Cansel Poyraz. “Arap Devletleri Ligi, Orta Doğu ve Bölge Dengeleri Üzerine Etkisi”, Akademik Bakış, Cilt: 11, Sayı: 21, Yıl:2017, ss. 277-302.

[5] www.lasportal.org 

[6] KÖKTAŞ , Rumeysa. “Türkiye’nin Ortadoğu’daki Bölgesel Örgütlerle İlişkileri” s. 62.  

[7] AYDIN, Mehmet KORKUD. “Arap Birliği ve Türkiye’nin Yaklaşımları”,  UBAK Uluslararası Bilimler Akademisi.

Muhammed Naim Aktaş
Arap Dili ve Edebiyatı Lisans Talebesi - Atatürk Üniversitesi

İslami ilimler, Osmanlı tarihi ve edebiyat konularında okumalar yapıyor.