Modernizmin Üzerimizdeki Etkisi

DERS NOTU

Soru-Sorun, Cevap-Çözüm*

Din dürtüsü insanda 18-20 yaşlarında başlar. Bu yaşlara kadar insan için din anlayışı aile ve çevre etkisinde gelişir. Eşya ve hadiselere karşı herkesin anladığı farklıdır, herkesin bir hakikat kavrayışı vardır. Bediüzzaman Said Nursi “İnsan 100 kapılı saraydır, 99’u kapalıysa biri açıktır. Onu bulup girmek lazım.” diyor. İnsanların bakış açısına göre her şeyin manası farklılaşmaktadır. 18 yaşına kadar insan “Bu nedir?” sorusu ile ilgilenir ve soruya müşahhas nispet ile, imgeleme ile somut cevap verilir. Bu yaş itibariyle insandaki din dürtüsünden dolayı meseleler soyutlaşmaya başlar. “Bu nedir?” sorusu insana yetmez. O şeyin mahiyetini anlamaya yönelik zihninde bir şeyler oluşmaya, çalışmaya başlamıştır ve “Bunun manası nedir?” sorusunu sorar. Bu yaşta önümüzdeki masanın anlamı artık onu oluşturan atomların üzerindedir. “Hayatın amacı nedir?” gibi sorular başlar. “Bu nedir?” sorusuna somut olduğundan cevap verilebilir. Ama mesele soyutlaşmaya başlarsa, İslam, modernizm, “Toplumu nasıl değiştirebiliriz?”, “İslam birliğini nasıl kurabiliriz?” gibi konularda mücerrede geçiş ile cevaplar ortadan kalkar. Yerine “sorun” gelir. Sorudan soruna; cevaptan çözüme geçilir Mücerrede geçemeyenler ise hala cevap aramaya devam eder. Soyut meselelerin cevabı yoktur. Toplumda meseleleri mücerrede çıkaramayanlar İslami meselelerde şu tavrı sergiler: “Bu haram, bu helal”. Vahhabilik, Selefilik zihniyeti işte budur. Meseleleri müşahhastan mücerrede geçiremeyenler mecburen Selefi olacaktır. Çünkü onlar için sorunlarının bir çözümü olmayacaktır. Cevap ararlar; haramdır, helaldir, şirktir diyerek bir şekilde cevap bulurlar.

Bizim burada konuştuğumuz meselelerde tek bir cevap yoktur. “Modernizm şudur, çaresi budur.” diyemeyiz. Sorunların çözümü süreç ile oluşur. Mesela senin psikolojik bir sorunun var. Biz sana hiçbir zaman “Sende şu var, şunu yap, bitti.” diyemeyiz. Bu sorunu süreç içerisinde uyguladığımız metot ve usul, sorunu çözmede birinci etkendir. Bu yüzden İslami meselelerde de en önemli şey usuldür. Bu yüzden ilk önce usul-ü hadis, usul-ü fıkıh dersleri alınır. Niçin mezhepler var? Niçin biz Hanefiyiz? Çünkü biz o imamların usulü ile bu sorunları çözebiliyoruz.  Eğer soyut meselelerden çıkmazsak, somutta kalırsak “Niye mezhepler var?” deriz. Her şey Kuran’da, sünnette var, her şey açık, hadi yap. Bu, cevap arama reaksiyonunun itikatlaşmış halidir. Biz bu meselelerin soru değil de sorun olduğuna inanarak bu imamları takip ediyoruz. Çünkü onlar bu meseleler için bir metot, usul geliştirmişlerdir. Niye biz felsefeye mesafeli dururuz? Çünkü İmam Gazali oranın tehlikeli bir alan olduğunu, usul gözetilmezse kafanın karışabileceğini söyler. Psikoloji okuyan bir öğrenciye “Freud şöyle yapmıştır, Jung böyle yapmıştır, usul budur, sen bundan çıkma.” denir. Bu kendi içinde tutarlıdır çünkü bir hümanizma kurulmuştur. “Karl Marx ile insanın sosyal alanını, Freud ile psişik alanını, Darwin ile varoluşsal alanını çözdük.” derler. Bu üç sac ayağına bağlı hümanizmaya göre de psikoloji alanı inşa edilmiştir.

Müslüman STK’lar da cevap arıyor. “Şeriat nasıl gelecek, cevabını ver.” Gençler de böyle yetişiyor. “Kardeşim buraya şu kadar hafta derse gel.” diyoruz ama o bunu çok önemli görmüyor. Çünkü aradığı şey sorunun çözümü değil. Yani bir süreç içerisinde, usulle ilgili olan bir şey değil. O cevap arıyor. Gençler bir kitap okur ve cevap eksikliğinden dolayı müthiş bir cevap bulduğunu zanneder. Zaten bu yüzden gençler harika kitap diyerek İsmetçi, Necip Fazılcı, Sezai Karakoççu, ülkücü olur. Çünkü onlar bir cevap almışlardır. Bir hukuk derneğine giden arkadaşa kitap tavsiyeleri veriliyor ve bu ona yetiyor, cevabını buluyor. Ama bu sistemde şunu fark edemiyor: Biz sisteme su taşıyoruz.

Bizler 19. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar öyle bir sistemsel kopukluk yaşadık ki İslam itikadına ve değerlerine dayanan tüm müesseselerimizin yıkılması sonucu yerine kurulan kurumlarda en çok çalışan yine Müslümanlar oldu. Kimine dediler ki sen hukukçusun en iyisi ol kardeşim, kimine dediler ki sen doktorsun en iyisi olmalısın. Böylece karşı durulması gereken sistemin içinde en iyisi olundu ve inançlı nesiller bu şekilde adeta katledildi. Sen kendi devletini ve kendi sistemini kurmadığın zaman mecburen global sisteme entegre olmak zorundasın. Eğer global sisteme entegreysen çalıştığın alanlarda onlara hizmet etmek durumundasın.

Bir hikâye: 30-40 asker düşman kadırgasında kürekçi olarak esir düşmüş. Günlerce kürek çekmişler ve bitkin düşmüşler. Biri ise onca yorucu güne rağmen hala istikrarlı ve nizamlı bir şekilde kürek çekmeye devam ediyormuş. Bunu gören düşman askeri diğer esirleri kırbaçlayıp onlara da o sürekli kürek çeviren arkadaşları gibi çalışmalarını emretmiş. Onlar da arkadaşlarının bu gayretine hayret kalmışlar ve ona “Yapma, senin yüzünden biz kırbaçlanıyoruz, neden bu kadar gayret ediyorsun?” demişler. O da demiş ki: Ben hangi işi yaparsam en iyi şekilde yaparım çünkü ben erdemliyim!

Kimileri eksik ilimleriyle diyorlar ki; benim yaptığım işi en iyi yapmam lazım çünkü erdemliyim, ahlaklıyım. Biz de diyoruz ki; kardeşim bizim kendi sistemimiz var onu getirmemiz ve müesseseleştirmemiz lazım, biz bu sisteme yabancı ve düşman bir adamız. Senin ahlaklı olmak adına yaptığın şey aslında Müslüman kardeşini eksik göstermek, onu tokatlamak. Bunu günümüz üzerinden okumaya çalışırsak şayet, açılan o kadar imam-hatip okulunun amacının gençlere özlenen değerler eğitimini verebilmek ve asıl olana doğru ivme kazandırmak olduğunu düşünüyoruz. Fakat daha sonra bu gençler üniversiteye gidiyor, yani imam-hatip kültürüne, değerlerine taban tabana zıt ve tabir-i caizse bizim olmayan bir kurumda eğitime devam ediyor. Eğer bu genç ailesi veya birliktelik kurduğu insanlar sayesinde yeterince dirayetli değilse üniversite adeta kayboluyor. Daha sonra “erdemlilik yaptığın işte en iyisi olmaktır” gömleğini giyip yerleşik sistemin refahı için her şeyi yapan bir Müslüman ortaya çıkıyor. Tabi ki buradan imam-hatip okullarına muhalefet ettiğimiz anlaşılmasın.

*Bu bölüm, felsefeci Prof. Dr. Teoman Duralı’nın “Sorun Nedir?” kitabını zemin edinerek anlatılagelmiştir.

Ruhsal “Bozukluk”

Dil denilen şey bir itikat belirtir. Eskiden psikolojiye ruh bilimi denirdi. Bizde ruh hastalıkları var. Ruhumuz hasta ise psikolojik hasta oluyoruz. Hastalık dersek bu bir sorundur. Eskiden psikolojik hastalık denirdi, şimdi ise bozukluk. Bozulan şey ise tamir edilebilir. “İnsan da mekaniktir.” fikriyle hastalığa bozukluk dersek onun tamir edilebilirliğini de düşünürüz ve cevap ararız, ilaç kullanırız. Bizde ise hastalığın şifasını Allah verir.

Batı insanı fark etmiştir ki Müslümanlara ruh hastalığı dersen onlar duaya sarılır, hocaya gider “hocam bana oku, üfle lütfen” der, namaz kılar veya sadaka verir ki Allah-u Teala bir belayı üzerinden kaldırsın. Peki ya sen “hastalığı” alır da yerine “bozukluğu” koyarsan bu reaksiyonu yok etmek için küçük veya büyük bir adım atmış olmaz mısın? Zaten 20. yüzyılın başında çıkan Öz-Türkçecilik bununla alakalıdır. Bizim için şüphesiz Öz-Türkçeci kim varsa, ne yapmışsa makbul değildir.

Tanımlamayı kim yaparsa onun fikri geçerli olur. Buradaki tanımlama eksikliği, İslami hakikatleri savunan bizlerin eksikliği. Çünkü bizim kendimize ait tabipler birliğimiz yok, Müslüman psikolog yetiştiremiyoruz. Bizim olmayan sistemin içerisinde adam yetişiyor ve yabancı kaynaklardan beslenmiş oluyor. Bu yüzden üniversitenin dışında STK çalışmaları oluyor, İslami eğitimler veriliyor. Bu yüzden biz şimdi burada bu dersi yapıyoruz. Keşke burada bunları anlatmaya gerek kalmasa da okulda anlatılsa!

Dil nasıl itikat belirtir? Bunu biraz daha açıklayalım. İsmet Özel’e göre eski Türkçe’miz öz Arapça’dan ziyade Kur’an’ın dili olan Arapça’dır ve İslam’ı idrak için o dile ihtiyacımız vardır. Mesela “fena” kelimesin ele alalım. Türkçede “fena” ne demek? Kötü nitelikte olan demek. Peki ya bu kelimenin Arapça kökeni nedir? Fani, geçici olan. Biz faniyi insan için kullanırız. Bu örnek bize neyi anlatır? Bize göre fani olan fenadır da aynı zamanda. Biz bu dünyanın geçiciliğini, insanın geçiciliğini ve bunun değersizliğini en başında dilimizle ilan etmişiz. Peki bunun karşılığında biz Batı’da ne görüyoruz? “La Dolce Vita” ve “Carpe Diem”. Anı yaşa, yan gel de yat. Bizde fani menfi bir anlam ifade ediyor, fakat orada başka türlü. Batı hem askeri hem ekonomik hem de kültürel manada İslam coğrafyasına saldırdığı sıralarda şunu fark etti ki bu insanların diline İslam öyle bir yerleşmiş ki her kelime imanın bir sancağı olmuş, her cümlesinde Müslümanlığını pekiştirmiş bu insanlar. Peki ya ne yapılmalıydı ki bu milletin dilini elinden alıp itikadını sarsmak için? Milliyetçilik maalesef bizim zaafımız, yumuşak noktamızdır. Onlar da bizi milliyetçilikten vurdu ve dediler ki “Olur mu kardeşim bu kadar Arapça, Farsça kelime? Dilimizi arındırmalıyız!” Evet dilimizi arındırdılar ama Arapça’dan değil, vahiy kültüründen…

Aynı durumu modern kelimesi üzerinden de okuyabiliriz. Biz bu kelimeye nereden bakıyoruz? Arapların sözlüklerinde köksüzlükle (zıpçıktı) ilişkilendirip menfi bir anlam yüklediği bu kelimeye biz nasıl bir anlam yüklemişiz? Biz geleneksel veya modern olmakla nitelendirilemeyecek şeylere bile iyidir güzeldir manasında modern kelimesini kullanır olmuşuz. Bu durum, biz ne olursa olsun “Yeni, modern olan güzel; eski, geleneksel olan kötüdür.” bilinçaltıyla hareket ediyoruz demektir. “Kaim dostuz biz.” cümlesindeki kaim kelimesinin hissettirdiği olgunluğu ve sıcaklığı “modern” kelimesine vermişler ve sosyolojik başarılar(!) elde etmişler Öz-Türkçeciler. Bunu bir yayın politikası haline getirip sözde arındırma amacını hızlandıran yayıncılar da var. Sonuç olarak toplum mühendisliğine soyunan kişiler tarafından revize edilmiş bir toplum olduğumuz bilinciyle yaşamalı ve buna karşı durmalıyız.

Bu ülke insanının değerleriyle mücadele, tabi ki sadece dil alanında olmamıştır. Bilim, hukuk, psikoloji veya devlet kurumlarının kurulmasındaki organik ve fikri altyapı konuları gibi konularda kılcallarımıza kadar bize ait olmayan değerler pompalanmıştır. Unutulmamalıdır ki bir devlet müesseseleriyle kaimdir. Müesseseler olmadan devlet olmaz ve müessesenin fikri yapısı devletin fikri yapısını belirler. Devletin başında ki yönetici istediği kadar Müslüman olsun, devletin kurumlarını İslamlaştıramadıkça bir sonuç elde edilemez.

“Mevla görelim ne eyler, ne eylerse güzel eyler.”

Her devrin galip fikri, fiziğe hükmetmek zorundadır. Biz Müslümanlar olarak 16. yüzyılda bunu kaçırdık. Onlar karşımıza Newton fiziği diye bir şey çıkardılar ve biz bunun karşısında yenildik. Dediler ki, biz Newton fiziğiyle şunu kanıtladık: Eğer ben A noktasından B noktasına şu kuvvetle şu ağırlıkta bir şeyi itersem mutlaka şu sürede B noktasına varacaktır. Çünkü o zamanlar bu fiziğe göre maddenin en küçük yapısı atomdur ve atomların hareketi belirli ve öngörülebilirdir. Bunu deneyle ve gözlemle ortaya koymuşlardı. Sonra dediler ki biz bunu sosyal bilimlere de uygulayabiliriz. Din yerine ortaya ideoloji diye bir şey çıkardılar ve dediler ki biz bir adama şu kadar bilgiyi şu zamanda şu kadar öğretirsek o adamı şuradan şuraya vardırırız, şöyle düşündürürüz. Çünkü Newton fiziğine göre bu böyleydi ve aynı şeyin sosyal bilimlerde de olması lazımdı. Sonra bir baktılar ki ortaya nasyonal-sosyalizm çıkıyor, faşizm çıkıyor. Türkiye’de mesela, milliyetçilik üzerinden söylem üretiyorsun dinden uzaklaştırıp Türkleştirmeye çalışıyorsun fakat insanlar tekrar gidip anlaşılmaz bir şekilde meşruiyeti İslam’da buluyor. Solcu yapıyorsun adamları, yetmiyor komünist yapıyorsun fakat 40 yaşından sonra dönüyor. İşte burada bir eksiklik var demektir. Bunu son 20-30 yıla kadar dünya açıklayamıyordu fakat sonra baktılar ki Newton fiziğinden öte bir kuantum fiziği varmış, maddenin en küçük yapıtaşı atom değilmiş ve atom altı parçacıklar varmış. Bu atom altı parçacıklar 2 şekilde hareket gösteriyor: parçacık hareketi ve dalga hareketi. Onlarca testte dalga hareketi gösteren atom altı parçacıklar başka bir deneyde parçacık hareketi gösteriyor. Sonra anlaşıldı ki atom altı parçacıklar kafasına göre hareket edebilen varlıklar. Adeta bir zihinleri var ve deney-gözlem yoluyla anlaşılamıyor, ölçülemiyor. Alev Alatlı bu durumu çok güzel bağlar ve şu veciz sözü söyler: “Kuantumun geldiği noktada anlaşılmıştır ki; Mevla ne eyler, ne eylerse güzel eyler.” Bu gelişmelerle aslında İslam düşüncesinin fizik sahasında da avantajı ortaya çıkmaya başlamıştır. Çünkü biz inanırız ki yarın Allah nasip eder milyoner oluruz, Allah nasip etmez 1 liraya muhtaç kalırız. Mesela bir iş için tüm gereklilikleri yerine getirsek ve gerekirse 72 dil dahi öğrensek eğer o işi başaramazsak deriz ki Allah rızkımızı bağlamış, Allah’ın bir bildiği vardır. Tabi ki hiçbir şey yapmayıp “Allah nasip etmedi.” demeyiz.

Şunu bilmek çok önemli ki, “Allah’ın bir bildiği vardır.” diyen insan karşıt düşüncede olsa bile tam manasıyla modernist olamaz. Çünkü bunu diyerek kişi her an yaratıcının müdahil olduğu bir dünyada yaşadığına iman ediyordur. Modernizmin tanrısı dünyayı yaratır, nizamı koyar ve gerisine karışmaz. Güneş her sabah doğar ve batar. İşte modernist insan bu tabiat kanunlarına bağlı olduğunu zanneder. Sistem kurulmuş ve düzen belli, eğer sen ona uyarsan başarılısındır, uymazsan başarısız. Yaparsan elde edersin, yapamazsan kaybedersin. Sana şah damarından daha yakın ve dua edip konuşabileceğin bir tanrın yoktur. Onun bir bildiği vardır, diyemezsin. Burada tabi tanrı kelimesini terimsel olarak kullanıyoruz.

Modernizm ve Türkiye

Biz Türkiye olarak modernizme tümüyle yıkılmayan nadir ülkelerden biriyiz. Neden mi? Alev Alatlı der ki, modernizm bizden bene inmektir, yani biz algısının yerini ben algısının doldurması. Fakat Türkiye’de bu olmaz çünkü burada insanlar kendi tanımlamalarını hep bulunduğu cemiyet veya cemaat üzerinden yaparlar.  Kendini bir topluluk üzerinden tanımlayan kişi birey olarak kendini o topluluktan ayrı düşünemez. Şucu olmak veya bucu olmak bazen kötü bir imaj gibi gözükse de aslında bu özümüzü koruyan bir şeydir. Bu birçok sosyolojik gerçekle örneklendirilip detaylandırılabilir bir olgudur. Bireyselcilik bize vurmadı. Bize maalesef geçerli bir sistemimiz olduğunu unutturdular ve toplum inşamızı bireyselcilik üzerinden yaptılar. Biz zannediyoruz ki dünya böyle işlemek zorundadır ve tabiat bunu gerektiriyor. Fakat bir Müslüman sadece kendini düşünen ve gözeten değil; ailesini, arkadaşlarını ve toplumu gözetip düşünendir. İnsanlar evlerinde istediklerini yapabilirler, fakat sokakta yapılıp edilenlerde müminler birbirlerinden kardeş olarak sorumludurlar. Çünkü biz gücümüz yettiğince “iyiliği emredip, kötülükten nehy etmekle” görevlendirilmişizdir. Günümüzde bazı şeyleri söylemekten çekiniyoruz çünkü “evrensel insani değerlere” uyduramıyoruz. Sistem eleştirisi yapamıyoruz çünkü sistem putumuz olmuş. Fakat biz Müslümanlar olarak hangi tarafta olduğumuzu ve neye karşı olduğumu iyi bilmek ve sınırları çok net çizmek zorundayız. Şunu da unutmamalıyız ki bu ülkede kim sistem eleştirisi yapmışsa ya birkaç propagandayla ketenpereye getirilmiştir ya da 20 sene hapis yattırılıp küstürülmüşlerdir. Bizler yine de tercihlerimizi sadece hayatımızı devam ettirmek üzere yapamayız, bizler kendi değerlerimizle ve fikirlerimizle kaliteli yaşamı arzulamak zorundayız.

Günümüzde siyaset adamları bas bas bağırıyor: Şurada şöyle bir adaletsizlik var, yazıklar olsun! Biz bu söylemlere kim söylerse söylesin itibar etmeyiz. İtibar etmeyişimiz haksızlığa karşı çıkmadığımız manasına gelmez. Fakat ülkemizde yaşanan adaletsizlikler, liyakatsizlikler ve yolsuzluklar her zaman küçük hastalıklardır. Sürekli vurgulanan bu küçük hastalıklar büyük hastalığı görmemizi engelliyor. Biz büyük hastalığı dindirme derdindeyiz. Varsayalım ki Dilovası’nın havası kirlenmiş, kim solusa kanser oluyor. Birisi çıkıp diyor ki yahu hastane yok insanlarımız ölüyor. Biz de diyoruz ki kardeşim mesele hastanenin olmaması değil, hastane olsa doktor bu havayı soluyacak o da ölecek, mesele havanın kirliliği. Bizim bunu kökünden çözmemiz gerekir. İşte biz de modern dünyanın etrafa yaydığı birçok hastalık görüyoruz ve sürekli küçük hastalıkları vurgulayan kişiler büyük resmi göremeyen veya göstermek istemeyen kişilerdir.

Üsküdar

1 Ağustos 2019 Perşembe